- 1. bölüm – 2. bölüm - 3. bölüm –
TABUTÇULAR KÖPRÜSÜ VE KÖPÜKLÜ KAHVE
Eksik olmasın, heyecan bir an olsun yalnız bırakmıyor beni. Bazen davet edilmediği halde misafirliğe geliyor, bazen zorla misafir ediyor, bazen koluna takıp dibinde sivri kayalar olan uçurumlara götürüyor, bazen karanlık bir ormanda, ormandan daha karanlık hayaletlerin fısıltılarını; küçüklükten beri dişini fırçalamayı adet haline getirmemiş, örf, anane, saygı, görgü bilmeyen korkunç cadıların kahkahalarıyla birleştirerek kulak tırmalatıyor. Fakat bu sonu gelmez bazen’ler yüzünden seyrek ama yoğun atışlar yaptığından mıdır nedir her zaman’a terfi ediyor. Canı sağ olsun.
Bir alacaklı gibi heyecanın yakasına yapışmamın nedeni bugün başıma gelenler yüzünden sanırım. Ne olduğunu söylemek istemediğim bir iş için evden çok uzaklaşmıştım. Her zaman olduğu gibi attığım adım başarısızlıkla sonuçlanmış, bense sırtıma yüklediğim bu yeni ve ağır yenilgiyle eve dönüyordum. Mutsuzdum ama mutsuz olduğum için değil. Mutluluğa hiçbir zaman inanmamıştım. Bu yüzden mutlu olmak gibi bir kaygım yoktu. Ne istiyordum? Bilmiyorum. Belki hiçbir şey. Gerçi şuan battaniyenin altından bu satırları yazdığım için, birkaç parça odun isterdim. Bir de yanan sobanın üstünde kavrulması için bir avuç kestane. İki dilim de baklava fena olmazdı hani. Üç tane üzeri pudralı elmalı pasta, fırından yeni çıkmış kıtır kıtır kurabiyeler, şerbeti döküldükten bir süre sonra kıvamını, lezzetini, kalitesini, endamını bulmuş bir tepsi burmalı tatlı, bir de kremalı…
Eve dönerken tam Tabutçular Köprüsüne yaklaşmıştım ki köprüde toplanmış bir kalabalık gördüm. Önce umursamadım ama yaklaştıkça merakım arttı. Toplananların tamamı, elinde tuttukları kameralarını aynı noktaya uzatmış bakıyordu. İyice yaklaşınca birinin köprünün korkuluklarının ardında olduğunu ve etrafa hararetle bir şeyler söylediğini gördüm. Naim… Naim’di bu. Yanında, ona bir şeyler söylemeye çalışan adama aldırmadan sağ elinde tuttuğu fincanı kılıç gibi sallıyordu. Yoksa… yoksa Naim… vay be… bu gerçek olabilir miydi? Hatırlıyorum, Naim bunun ipuçlarını daha önce defalarca vermişti ama ben… ben uyanamamışım demek ki. Ah, nasıl anlayamamış, fark edememişim. Naim, sevgili arkadaşım sonunda başarmış, hayallerini gerçekleştirmiş, aktör olmuştu demek. Kaç defa demiştir, “Yalan söylüyorsam kaşlarımdan olayım, ben aktör olmak için doğmuşum” diye. Demek fincan, oje hepsi provaydı ha. Neden söylemedin ulan kerata. Naim beni görünce gülümsedi. Yanına çağırdı beni. Ben de bir baş işaretiyle bunun uygunsuz kaçmasından korktuğumu, çekimi bölmek istemediğimi belirttim. Israrla çağırınca utana sıkıla yanına gittim. Korkulukları tuttuğu sol elini hararetle sıktım. Tebrik ettim onu. Kameralara gülümsemeyi de ihmal etmedim. Aktör olduğu için çok sevindiğimi söyledim Naim’e. Filmin adını, ne zaman vizyona gireceğini, türünün ne olduğunu filan sordum. Yalnız durduğu yer tekin değildi ve ben de çalışma koşullarının güvensiz olduğunu ve kendi canını tehlikeye atabilecek risklerden uzak durması gerektiğini söyleyerek onu uyardım. Ardından şöhret ve can sağlığını kıyasladığım uzun ama faydalı bilgiler sundum ona. Naim köprüden aşağı bakıp
, bunun uzun metrajlı ama çok kısa sürede sona erecek bir film olduğunu söyledi. O sırada kalabalıktan biri bana deli olup olmadığımı sordu. Bir diğeri çok daha korkunç bir soru sordu ki onu burada zikretmeyeceğim. Bir başkası bunun bir intihar olduğunu söyledi. Kalabalık başını sallayarak bu söze destek verince ürperdim. Naim intihar ediyordu demek. Onlara etrafta bu kadar kamera varken bunun bir film olduğunu düşünmekle hata etmediğimi anlatmaya çalıştım. Onların telefon olduğunu söylediler. Kafamdan büyük telefon mu olurdu Allah aşkına. Kalabalıktan biri bana hangi çağda yaşadığımı sordu. Ben de ona 11.yüzyıl tasarımdan bahsettim. Bunun şimdilik başlangıç aşamasında bir fikir olduğunu söyledim. Fakat bu konuda henüz son kararı vermediğimi de ekledim. Bir diğeri en son ne zaman çilek toplamaya gittiğimi; bir başkası hangi kabileden olduğumu sordu. Arka arkaya bunlar gibi birçok soru daha geldi. Tartışmamız soru-cevap şeklinde gelişse de fırsatını bulduğumda uzun cümlelerden oluşan ışıltılı fikirlerle şaşırtıyordum onları. Arada bir tansiyonun yükseldiği, yumrukların sıkıldığı, dişlerin gıcırdadığı oluyordu. En son, şampiyonlar ligini bu sene kimin kazanacağına dair çetin bir tartışmaya girmiştik ki aklıma Naim geldi. Sahi, unutmuştum onu. Dönüp baktığımda içim rahatladı. Çok şükür atlamamıştı. Bir şeyler yapmalı, arkadaşımı bu durumdan kurtarmalıydım. Ona eğer intihar ederse peşinden asla atlamayacağımı söyledim. İşe yaramadı. Tabutunu taşımama, mezarına toprak atmama, başucunda gözyaşı dökmeme tehditlerim de elimde patladı. Kızmıştım. “Atla ulan” dedim Naim’e. “Peşinden gelmeyenin kirpikleri çenesinin altında, kaşları topuklarında, saçları omuzlarında çıksın.” Hangi ölü mezarı başında çenesinin altında kirpik çıkan birinin kendisine dua etmesini ister ki? Fakat midesiz Naim yüzünden bu da işe yaramadı. Yöntem değiştirip tehditler savurdum ona. Gelecekten, güzel günlerden de yararlanmaya çalıştım. En büyük kozum oje oldu yine de. Eğer atlamaktan vazgeçerse 5 kilo oje hediye edeceğimi söyledim Naim’e. Böylelikle sevgilisinin gönlünü yapacağını
, sevgilerinin daha uzun ömürlü olacağını yatıştırıcı bir üslupla anlattım ona. İkna olmuş, atlamaktan caymıştı Naim. Hemen birkaç kişi kollarından tutup sedyeye yatırdılar onu. Hastaneye götüreceklermiş. Ben de onunla gidecektim. Kabul etmedi Naim. Israr etsem de reddetti. Yüzüme baktı ve “Oyalanmadan eve git” dedi bana. “Eve gittiğinde köpüklü bir kahve yap. Ben birkaç güne gelir içerim.” Onu ambulansa bindirdiler. Ambulans giderken öylece kalakaldım. Herkes kafasından büyük telefonuna baka baka, yolda yürürken gazete okuyan amcalar gibi oradan uzaklaştı. Telefonla bir insanın intihar anını çekmek… İnsan yüreği bu kadar kıpırtısız olabiliyordu demek. Naim… Sedyedeyken elimi sıkıca tutuşu aklımdan çıkmıyordu. Sonra ambulansla gidişi… Bu inanılmaz vedanın etkisiyle eve doğru yürümeye başladım.
Eve döndüğümde, ne olur ne olmaz, Naim bakarsın iki güne kadar gelebilir diye düşünüp aceleyle kahvesini yaptım. İstediği gibi köpüklü de oldu. Mis gibi mis.
SANIRIM… NEYSE YANLIŞ OLUR BELKİ
Yeni bir arkadaşım oldu. Sesini ilk dün gece duydum. Sandalyeyi yerken çıkardığı ses bir harika. Uyumadan önce dinlemeyi en çok istediğim ninniye taş çıkartacak kadar güzel. İyi ki buradasın tahta kurdu, sevgili arkadaşım. Sandalyemi dilediğin gibi yiyebilirsin. Ama en çok da gece ye, seni obur. Senin sesinle uyumak, üzeri çinkoyla örtülmüş o evi hatırlatıyor. Evet, hatırlıyorum. Bir zamanlar…
26’SI AMA HANGİ AYIN BİLMİYORUM
Bir daha dışarı çıkmayacağım. Adımımı bile atmam artık sokağa. Ne sokağı, evin kapısını bile açmam bundan sonra. Evet, kabul ediyorum, evde de başıma olmadık işler gelmiyor değil ama ya sokak… Ne zaman dışarı çıksam karanlık, korkunç; dahası mahvıma neden olacak şeyler geliyor başıma. Küçük bir sorunu bile yıllarca unutamayan ben, bu korkunç şeyler yüzünden nasıl mahvolmayayım? Kocaman ev neyine yetmiyor be adam! Arasında en az otuz adım atabileceğin şu duvarlardan utanmıyor musun? Hem dışarı çıkıyorsun da ne oluyor? Yeni bir kıta mı keşfediyorsun oğlum? Uzaya asfalt mı döşüyorsun? Dünyanın merkezine yolculuk mu yapıyor; 11. Yüzyılın adresini öğrendin de asırlar arasına asma köprü mü kuruyorsun? Altı üstü Levent Amca’nın dükkanına gidiyor, olmadı birkaç sokak arşınlayıp eve dönüyorsun o kadar. Perdeyi hafifçe aralayıp camdan sokağa bakmak neyine yetmiyor? Nedir bu tatminsizlik? Ne o, sesim biraz yükseldi diye tavır mı yapıyorsun? Asma lan suratını, iyiliğin için söylüyorum. Hem sırrın… az daha elinden her şey alınacaktı bugün. Çıkma oğlum, bir daha dışarı adımını atma.
Bugün başıma öyle şeyler geldi ki… Sabah Levent Amca’nın dükkanına gitmek için evden çıkmıştım. Biraz kahvaltılık, biraz kahve, biraz tütün, bir de plastik top alacaktım. Ağır adımlarla yürünen üç dakikanın ardından dükkana yaklaşmıştım. Levent Amca dükkandaydı, onu görebiliyordum. Oje yüzünden, o sessiz polemiğimiz yüzünden hala konuşmuyorduk. Birazdan içeri girecektim ve yine tek kelime etmeyecektik. Derken inanılmaz bir şey oldu. Daha önce hiç görmediğim bir kuş, ağır çekimde gibi çok yavaş ve hafif uçarak koluma kondu. İlk önce obur bir uğur böceği sandım onu çünkü insanın koluna bir kuşun konması imkansız bir şeydi. Ama konmuştu işte. Üstelik gayet de rahat görünüyordu. Yuvasında gibi güvende hissediyordu kendini. Rengi kırmızıydı. Üzerinde mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kahverengiden oluşan noktalar vardı. Gagası maviydi. Bir kanadında kırmızı beyazla dans ediyor, diğer kanadında mavi siyaha üstün geliyordu. Gövdesi yeşil bir yatak üzerine serilmiş kırmızı güllerle doluydu sanki. Gözleri de renkliydi ama bu rengin ne olduğunu bilmiyordum. Boya kutularında yüzmüş gibiydi kerata. Büyülenmiş gibi seyrediyordum onu. Sonra yüzüme baktı kuş. Ben de ona, gözlerinin içine baktım. Bir süre bakıştık. İlk utanan ben oldum. Gözlerimi yere indirdim. Birden havalandı. Baktım, yine yavaş bir şekilde uçuyordu. O kadar yavaş uçuyordu ki yürüyerek rahatlıkla onu takip edebilirdim. Öyle de yaptım. Takıldım peşine kuşun. Hava güzeldi. Sokak cıvıl cıvıldı. İnsanlar mutluydu. Benimse keyfime diyecek yoktu. Kuş önde ben peşinde; işyerleri, sokaklar, köprüler bıraktık geride. O kaç defa kanat çırptıysa ben de o kadar adım attım. Evden ne kadar uzaklaştığımın farkında bile değildim. Ama biliyordum ki kuş dünyanın öbür ucuna da gitse onu takip edecektim.
Arka cebimde bir hafiflik hissedene kadar bu büyülü yolculuk devam etti. Elimi cebime attığımda cüzdanın orada olmadığını fark ettim. Durdum, dünya da benimle durdu. Cüzdanım çalınmış ya da düşmüştü. Bu benim için hayatın sonu demekti. Her şeyimi değil, ondan daha fazlasını yitirmiştim. Bir kabusu bilinç yerindeyken görmenin tavsiye edilir hiçbir yanı yoktur. Kuşa baktım, birazdan döneceği köşeye doğru yavaşça uçuyordu. Bir iki adım atıp yere çivi gibi çakıldım. Kuş köşeyi dönüyordu ve peşinden gidemeyeceğimi biliyordum. Gözden kaybolana kadar olsun doya doya baktım ona. Sonra geri dönüp, yeri tarayarak koşabileceğim kadar hızlı koşmaya başladım. Onu düşürmüş olmayı umuyordum. Bu, tutunacağım tek daldı. Çalınma ihtimalini düşünemiyordum bile. Elleri kırılsın şu hırsızların. Adi herifler. Yarım saat boyunca hırsızlara hakaret ede ede koştum. Derken bir mucize oldu. Yirmi metre kadar ileride yerde yatan bir cüzdan vardı. Yaklaştığımda benim cüzdan olduğunu anladım. Dünyalar benim olmuştu. Tam elimi uzatıp cüzdanı alacakken başka bir el erken davranıp onu aldı. Kısa boylu, kambur, pejmürde kılıklı bir ihtiyardı bu. Sanki Fagin dirilmiş de cüzdanımı elinde tutuyordu. Eline yapışıp cüzdanı almaya çalıştım ama bana mısın demedi. Kuvvetliydi ihtiyar. Cüzdanın bir yanından o, diğer yanından ben çekiyordum. “Acıyın bu zavallıya” diye bağırmaya başladı. “Cüzdanımı çalıyorlar.” Ona bu yaptığının ahlaksızlık, cüzdanın da bana ait olduğunu anlatmaya çalışsam da nafile. “Yetişin, yardım edin bu ihtiyara” diye bağırıyordu. Etrafımızda bana suçlu benmişim gibi bakan ciddi bir kalabalık oluştu. Allah belanı versin Fagin! Olay, polis gelecek kadar büyümüştü. Polis memuruna durumu anlattım. Tabii ihtiyar da uydurabildiği kadar yalan attı. Emniyet’e götürüldük. Komiserin karşısında Fagin de ben de demin polis memuruna söylediğimiz aynı şeyleri tekrar ettik. Sonra komiser, ihtiyarı başka bir odaya götürdü. “Cüzdanın içinde ne var?” sorusuna verdiği cevaplar ihtiyarın maskesini düşürmüş. Sıra bana gelmişti. Cüzdanın boş olduğunu, kimliğimi ve parayı cebimde taşıdığımı söyledim. Komiser bununla ikna olmadı, daha somut bir kanıt istedi. Yoksa cüzdanın emniyette kalacağını, onu bir daha asla göremeyeceğimi söyledi. Sırrım… ondan bahsedemezdim. Asla… asla söyleyemezdim onu. Ama cüzdan… O giderse sırrım da yok olacaktı. “Cüzdanın içindeki küçük bölmelerden birinde” dedim komisere, “bir kağıt var… ama… yalvarırım okumayın. İsterseniz cüzdan kalsın, tek kağıdı verin bana gideyim.” Komiser tarif ettiğim yere baktı ve kağıdı gördü. Anlayışlı, eli öpülecek adamdı komiser. Okumadı kağıdı. Cüzdanı bana verdi ve cebime hakim olmamı tembihledi. Yüreğim, komisere duyduğum saygıyla doluyken ayrıldım emniyetten.
BU YOLUN SONU NEREYE ÇIKAR TAHTA KURDU
Saydım. Ne kadar tuttuğunu hesaplamak için üşenmeden servetimi saydım. Tam tamına 36 lira 75 kuruşum kalmış. Hepi topu birkaç kağıt, bir düzine de demir parçasını saymaktan üşenmek yakışık almazdı. Bir yerlerde bir lira daha kalmıştır diye evin altını üstüne getirsem de nafile. Bundan fazlası çıkmadı. Şu insanoğlu da az gözü doymaz değil. Kendisinden tam 36 tane var ama beyefendi hala bir tane daha vardır derdinde. Ama bundan daha önemli bir sorun var şimdi. Az önce bir lira için arama yaparken evde bir oda daha olduğunu fark ettim. Ya da buldum mu demeliyim. Eminim, adım gibi eminim ki bu oda burada yoktu. Neyse, ben bu kapıyı hayatta açmam. İçerde biri varsa, kendisi kapıyı açacaksa açsın. Uğraşamam valla kendi bilir.
İRADESİZLİĞİN NEDEN OLDUĞU BİR İTİRAF
Bugün, Naim’in intihar girişiminin üzerinden tam üç gün geçti. Koskoca üç gün. Bugün çok kötü bir şey yaptım. Ne yapayım, dayanamadım. İnsanım, bir can taşıyorum ben de. Evet, irademe hakim olamadığım için suçlanacak olabilirim ama hangimizin zaafları yok. Affet Naim, üç gündür irademle verdiğim şiddetli bir savaşın sonunda kaybeden ben oldum ve senin için yaptığım kahveyi bugün içtim kardeşim.
(Devam Edecek)
Kerim Salih
Bir Cevap Yazın