- Yazının Birinci Bölümü İçin Tıklayın -
18. SAAT
Gece saat üçü on geçe bir karar verdim. 18 saattir verdiğim bu kararı düşünüyorum. Uyumadım ve aklımdan başka hiçbir şey geçmedi. Sadece onu düşünüyorum. Bugüne kadar aldığım hiçbir kararın arkasında durmadım. Fakat bu farklı. Yine de yapabilir miyim bilmiyorum. Bakalım
, biraz daha zaman var.
ACAYİP BİRGÜN. GALİBA KİRAZ AYI.
Sabahtan beri camdan dışarıyı seyrediyorum. Bu insanlar nereye gidiyor böyle? Acele ediyorlar. Her birinin cebinde bir bilet var gibi acele ediyorlar. Treni kaçırmak üzere gibiler. Hayatın her yerinde, her köşesinde bir tren istasyonu var sanki. Onları böyle telaşlı gördükçe oturduğum yerde heyecan yapıyorum. Biraz daha sakin olun. Yavaş hareket etseniz ölür müsünüz? Al işte, gene bütün keyfim kaçtı. Yapma diyorum, seyretme şu camdan dışarıyı ama yine kendime laf dinletemiyorum. Ne oldu şimdi, bir gram huzurun iki kilo sıkıntıyla yer değiştirdi. Kahveyi de yapamamışsın zaten, yine şekeri fazla kaçırmışsın. Bin tane kahve yapmışsındır bugüne kadar. İnsan bir tanesini olsun tutturur. Keşke biraz uykum olsaydı. Uyumak ne iyi gelirdi şimdi. Hatırlıyorum, eskiden geceleri bir an önce sabah olmasını isterdim. Yeni bir güne gözlerini açmak harika bir duyguydu. Uykunun gereksiz bir şey olduğunu düşünürdüm. Her an yeni bir gün gibi olmalı, arada uyku denen o karanlık dünya olmamalıydı. Uyurken geçen zamanın birkaç aya bedel olduğuna inanırdım. Aklıma gelmedi değil, elimde olsa uykuya tekerlek bile takardım. Tren istasyonum yeni bir gündü. Ne oldu şimdi? Yeni günler; her biri geceden daha karanlık, katrandan daha siyah, demirden daha sert, kayadan daha ağır, güneşten daha sıcak, buzdan daha soğuk, hayalden daha yalancı, gerçekten daha zalim olarak peş peşe endam ediyor. En iyisi bir kahve daha yapayım. Kahve içerken de camdan dışarıyı seyrederim. Yine keyfim yerine gelmeye başladı. Hadi bakalım, bu kadar tembellik yeter.
(BAŞLIĞI VE İLK BEŞ SATIRI OKUNMAZ DURUMDA BİR GÜNLÜK)
“Elinden geleni ardına koyma” dedim ona. “Demin de söylediğim gibi, asla başarılı olamayacaksın.” Her zamanki gibi, ne anlam ifade ettiği kestirilemeyen o bilindik ama belirsiz bakışlarıyla gözlerini yüzümde gezdirmeye başladı. Bakmıyor da bir şey arıyor gibiydi sinsi berduş. Hazırdım buna. Arka arkaya yapıştırdım lafları : “Yüzümde evinin anahtarını arar gibi ne bakıyorsun öyle. Anahtar, anahtar ya. Senin gibiler insanın yüzünü anahtar gibi kullanıp onunla ruhunun kilitlerini açar, ruhunu ele geçirir. Tıpkı eski bir sandığı açar gibi. Bunun için bir anahtar, yani bir yüz lazım sana. Ama yanılıyorsun. Benim yüzüm yuvarlaktır ekselans, onunla değil ruhumun, bodrumun köhne kapısını bile açamazsın. Zannettiğin gibi kolay lokma değilim ben. Ne oldu, el arabası gibi kaldın öyle.” Sözlerimin, üzerinde bir etki bıraktığına inanmak istediğim için söylemiştim bunu. Fakat istifini hiç bozmamış, herhangi bir değişiklik göstermemişti. Yine yüzüme bakıyordu ama bu sefer sanki bir şeye kızmış gibiydi. “Bana mı kızdın yoksa?” dedim. “Kızsan ne yazar. Kızdığını varsayalım, bunu umursayacağımı mı sanıyorsun?” Evet anlamında başını salladı. “Demek öyle” dedim. “Ne istersen onu düşünmekte özgürsün ama bırak kızgınlığını, seni, bütün yönlerinle seni umursadığım yok. Burada, karşımda o patlamış mısırı andıran gözlerinle bana bakıyorsun ama yine de benim için hiçbir anlam ifade etmiyorsun.” Sırıtmaya başladı. Düzenli olarak diş bakımı yaptırdığı belli oluyordu köftehorun. “Senin için çürümüş” dedim. “Dişlerin bakımlı olsa neye yarar. Günde beş kere dişini fırçalarsın ama yılda bir kez olsun yüreğini temiz tutmazsın.” Bu sefer durmadan kahkaha atmaya başladı. Susar diye beklesem de nafile. Sinirlerim bozulmuştu. Baktım yapacak bir şey yok, ben de kahkaha atmaya başladım. Dakikalarca karşılıklı kahkaha attık. Gülerken, bir yandan da bu duruma nasıl son vereceğimi düşünüyordum. Ne yapsam bir çare bulamadım. Sonra ani bir hareketle kapıyı çektim yüzüne. Biraz bekledim, kapının ardından hala kahkaha sesleri geliyordu. Birden uyku bastırdı. İki yorgan, üç de battaniye aldım üstüme. Uyuyana kadar, kesik kesik de olsa gülmeye devam ettim.
ADRİYATİK YERİNE YILLARCA MANŞ DENİZİNDE YÜZDÜĞÜMÜ ANLADIĞIM BİRGÜN
Şaşkınlığım ve utancım tüm yeryüzüne yayıldığı için gökten iğne yağsa toprağa değmez bugün. Yaşayan bir adamı ölü ilan ettiğime mi, kim bilir kaç yerde bilmeden rezil olduğuma mı, herkesin doğrusunu bildiği ve bunun için de çok fazla çaba harcamadığı bir şeyi tamamen farklı bir biçimde anladığıma mı, bütün bunlara sebep olan şeyin üç kelimelik bir cümle olduğuna mı, hangisine yanayım. Naim… Sevgili hafiye’nin birkaç yerde bilmem kaç dönüm yeri varmış. Önceki sohbetlerimizde anlatmıştı. Söylediğine göre iyi verim alıyormuş toprağından ama yine de bazen satmayı düşündüğü de oluyormuş. Satarsa sayılı zenginlerden biri olacağını ileri sürüyordu. Benimse toprakla, araziyle, arsayla, tapu kadastroyla alakam olmadığından muhabbet tek taraflı sürüyordu. İtiraf etmeliyim ki çoğu zaman uyuyordum onu dinlerken. İşte şimdi şaşkınlığıma ve utancıma neden olan o cümleyi bugüne kadar Naim için sürekli kullanıyordum. Bu şekilde arkadaşım için iyi dilekte bulunmuş oluyordum. Mademki toprağı var ve sürekli aklı onunla meşgul oluyor, ben de bir arkadaşı olarak onun daha fazla toprağı olsun manasında o cümleyi kullanıyordum. Ta ki bugün her şeyi öğrenene kadar. “Toprağı bol olsun” ölüler için kullanılıyormuş. Affet beni Naim, kardeşim… Yaşıyorsan, affet beni.
HER YERİN BEMBEYAZ OLDUĞU BİRGÜN
Sobaya attığım son odun da hayatımın herhangi bir günü gibi yanıp kül oldu. Hiç odunum kalmadı. Ama bugün üşümeyi filan umursadığım yok. Aklımda yine o var. Hani şu verdiğim karar… Birkaç gün önce ondan kesin olarak vazgeçtim. Bunu asla yapamayacağımı anladım. Neye yarayacak ki? Yine de şeytan arada bir dürtmüyor değil. Geri zekalı şeytan, ne diye uğraşırsın ki benimle? Yaptırmadığın ne kaldı?
- Yazının Üçüncü Bölümü İçin Tıklayın -
Kerim Salih
Bir Cevap Yazın