- Yazının Birinci Bölümü İçin Tıklayın - Yazının İkinci Bölümü İçin Tıklayın -
“Bu duyduğumuz, yalandan başka bir şey değil kardeşim.” Enes
Terzi Nezih Mahallesi’nde ayın neredeyse tamamına yayılan bir gelenek olan toplu yapılan kahvaltılardan bahsetmek lazım. Meydandaki büyük sokağın kaldırımlarına masalar kuruluyor, hanımlar evlerinde yaptıkları sarmalar, patates kızartmaları, yumurtalar ve ellerini cömertçe attıkları dolaplarından çıkan peynir, zeytin, reçel, helva gibi kahvaltılıklarla; beylerse esneyen ağızlarıyla masayı donatıyordu. Küçük çocukların uykulu gözleriyle cıvıldaşmaları görülmeye değerdi. Genç kızlar sofrada eksik bir şey kalmasın diye koşturuyor, neşe dolu bir hareketlilikle masaların etrafında kelebeği andıran narinlikleriyle dönüyorlardı. Bu faaliyet karşısında şaşkınlığını gizlemeyen kediler ve köpekler de unutulmuyor, onlara da fazlasıyla ikramda bulunuluyordu. Uykusuna yenik düşüp de teşrif edemeyenler kınanıyor, iki defa üst üste kahvaltıya gelmeyenler bir ay uzaklaştırma cezası alıyordu. Gece kahvede birbirinin yakasına yapışanlar, kahvaltı masasında sevgiyle kucaklaşıyor, herkes karşısındakini haklı buluyordu. Hakkı, dostları Cemil, Sinan, Nedim ve Enes’le beraber her sabah kahvaltı sofrasında yerini alıyordu. Hayatlarında uzaklaştırma cezası almadıkları tek yer bu kahvaltı sofrası merasimiydi Hakkı ve dostlarının.
Kahvaltıya mahallelinin neredeyse tamamı katılıyordu. Zamanla içe kapanık bir kahvaltı töreni olmaktan çıkıp, yabancıların, yoldan geçmekte olanların da katıldığı bir hal aldı faaliyet. Dışarıdan gelenlerle özelikle ilgileniliyor, çekinmesinler diye uğraş veriliyor, bardaklarında çay, tabaklarında peynir, önlerinde ekmek eksik bırakılmıyordu. Tuhaf şeyler de olmuyor değildi bazen. Birkaç mahalle öteden gelen bir adam
, evde karısının hazırladığı kahvaltıyı beğenmiyor olacak ki her sabah masada yerini alıyordu. Bir sabah karısı evden kahvaltı yapmadan çıkan bu zerzevat nereye gider diye takip edince, Terzi Nezih Mahallesi’nde kıyamet kopuyor. Kocasını masadan aldığı gibi eve kadar döve döve götürüyor kadın. Bu korkutucu sahneye şahit olan kocalar, o günden sonra hanımlarına karşı daha bir nazik davranmaya başlıyor, hanımlarından çekinenler listesinin üst sıralarında bulunan Marangoz Hayri , listede yer almayanları kendine has üslubuyla uyarmaktan geri kalmıyor: “Yuvayı yapan dişi kuş, adamın dişini de kırar maazallah. Bak şu ağza!” Hayri Ağzını açıp yarısına yakınının yerinde yeller esen dişlerini gösteriyordu. “Bizimki halterci filan da değil, nasıl bu denli etkili vurabiliyor anlamış değilim.” Hanımı, Marangoz Hayri’nin dişlerinin yanı sıra beynini de es geçmiyordu anlaşılan.
Birbiriyle şakalaşanlar, koyu bir sohbete dalanlar, oynayan çocuklar, Sinan’ın duygulanarak ağlaması (ağlıyordu sahiden), Enes’in onu teskin etmesi, Nedim’in Manav İrfan’ın burnunu sıkması, Cemil’in Marangoz Hayri’yi gıdıklaması, Hakkı’nın kedilere kendi tabağından torpil yapması, orada hazır bulunan herkesin mutlu olmasıyla; yiyeceklerinden ziyade muhabbetiyle bu bir kahvaltı sofrası değil de her sabah bir başkası görülen sıra sıra harikalar manzarasıydı. Provins’liler bu duruma şahit olsalardı bu sefer isabetli bir yanlış anlama söz konusu olacak; mahalle, Terzi Nezih Ailesi olarak anılacaktı Fransa’da.
Yine bir sabah kahvaltı merasimi için toplanmışlardı. Masalar kurulmuş, sandalyeler çekilmiş, her biri cömertlik kokan kahvaltılıklar masalara dizilmişti. O sabah bir de uzaklardan gelen bir misafir vardı kahvaltıda. Hanım kızımızın mahalleye teşrif edişleri iki gün evvel olmuştu. Fırıncı Ferhat’ın kızı Zeynep’in çocukluk arkadaşıydı misafir. Misafirin adı Sude idi. En son beş yıl önce görüşmüşlerdi Zeynep ve Sude çünkü Sude beş yıl önce Amerika’ya gitmişti. Birkaç gün Zeynep’le kalacak sonra tekrar Amerika’ya dönecekti. İki arkadaşta da yıllar pek çok değişikliğe neden olmuştu.
Memduh Keman tarafından yapılan sayımdan sonra kahvaltı başlamıştı. Kahvaltı ile birlikte istisnasız her masada tartışma da başladı. Hakkı, Nedim, Enes, Cemil ve Sinan; Zeynep ve Sude’nin olduğu masada oturuyordu. Her zaman böyle midir bilinmez ama o sabah Sude gerçekten etkili bir performans sergilemişti. Açık hava dilini de açmıştı kızın. Konuştukça konuşuyordu. Amerika ve Avrupa’ya dair en uzman sosyologları bile cebinden çıkartacak tespitlerde bulunuyor, bilimsel ve istatistiki verilerle tespitlerini güçlendiriyor, mahalleye uluslararası bir nitelik kazandırıyordu. Amerika ve Avrupa’da yaşayan insanların ne kadar asil, ne kadar görgülü, ne kadar saygın, ne kadar şehirli, ne kadar muhteşem yaratıklar olduğuna dair sonu gelmez bir nutuk atıyordu. Bu durum Sinan’ı çok korkutmuştu. Sayılan niteliklerde bir insanı bugüne kadar hiç görmediği için, Sude’nin bahsettiği canlıların insan görünümlü farklı varlıklar olduğunu düşünmüştü. Nedim’in aklındaysa çok farklı şeyler vardı. Sude konuşmaya devam ederken bir Sude’ye bir yere bakıyor, bir şeye anlam veremediği açıkça okunuyordu yüzünden. Yüzü sıkıntılı görünüyordu Nedim’in. “İnsan” diyordu içinden Nedim “nasıl bu kadar düşüncesiz olabilir? Keşfedileli 500 küsur sene olmuş, hanımefendi şunun şurasında beş sene önce gidiyor, bir de bunu ballandırarak anlatıyor.”
“Amerika” deyip kısa bir süre sustu nutkun bir bölümünde Sude. Peşinden herkesi şöyle bir süzdü ve devam etti: “Amerika anlatılmaz. Avrupa’nın başkentlerini de gezdim. Hepsi harika. Oradaki insanlar, insanları bırakın hayvanlar bile yere tükürmüyor.” Bu cümle çok zamansız gelmiş, Hakkı etrafına toplanan kedilere uzattığı peyniri öfkeyle geri çekip tabağına koymuştu. Sude konuşmaya devam ederken “daha önce neredeydin demezler mi adama?” diyen bir ses duyuldu. Nedim fena gaza gelmiş, ağzından kaçırmıştı bu cümleyi. Herkes Nedim’e bakmış, Nedim kızaran çehresiyle gülümsemiş, kısa bir sessizlikten sonra Sude hanımın dili yeniden hareketlenmeye başlamıştı. Sude şimdi de Amerika ve Avrupa’nın tarihine sarmıştı. İkisinin de tarihini baştan sona okuduğunu, ikisinin tarihinde de inanılmaz güzellikler bulunduğunu, insanlığın, bilimin, ahlakın, kardeşliğin, barışın ve daha nice sayısız güzelliğin ikisinin tarihinde de var olduğunu heyecanla anlatıyordu. Konferansın bu bölümü oldukça uzun sürdü. Sude en son, Amerika ve Avrupa tarihini okumaya bayıldığını söylediğinde Cemil gülümsedi. “Ben de” dedi Cemil. “Ben de ikisinin tarihini okurken bayılıyorum.” Sude, kendisine destekçi bulduğu ve ortak bir noktaları olduğu düşüncesi ve şaşkın bir sevinçle “demek siz de onların tarihini seviyorsunuz!” dedi Cemil’e. “Benimki daha çok tansiyonla ilgili” dedi Cemil. “Kan tutuyor da.” Hakkı, Nedim, Sinan ve Enes gülmeye başlayınca masadaki herkes onlara iştirak etti. Sude bir şey anlamamıştı ama o da herkese uymak için mecburen gülmüştü. Fakat içten içe Cemil’e sinir olmuştu. Bu çokbilmiş kesin kötü bir şey demek istemişti.
- Yazının Dördüncü Bölümü İçin Tıklayın -
Ahmet Memnun
Bir Cevap Yazın