- Yazının Birinci Bölümü İçin Tıklayın -
“Bu gördüğümüz, rüyadan başka bir şey değil kardeşim.” Cemil
Gerçekleşmeyen hayalleri, çoktan unuttuğu ümitleri, kepengini her daim kapalı tuttuğu beklentileriyle Hakkı bu mahallede yaşıyordu. Sabah kahvaltı yapmadan evden çıkan, bir de fena halde uykusuz olan insanların görünümü vardı her zaman Hakkı’da. Kıpırdayan kirpiklerinin altında bir çift göz olduğundan kuşku yoktu. Ama orada olmayan şey hayat belirtisi, yaşam parıltısıydı. Çocukken bazı geceler yatağının altındaki dar boşlukta yatardı. Böylece rüyasına giren korkunç canavarların onu bulamama ihtimaline sığınırdı. Bir gece sıkışarak uyanıp kafasını yatağın altına çarpana kadar bu böyle sürdü. Sonra
, ne olursa olsun yorganın altından çıkmama tedbirine başvurdu canavarlara karşı. Gündüz yeterince gördüğü şeyi bir de gece görmek ona dayanılmaz geliyordu belki. En azından bundan kurtulmalıydı. Çocukluğu hakkında övgüye değer hiçbir şey bulunmayan Hakkı, bugün olduğu gibi o zamanlarda da bıkkın ve bezgindi. Bin pişman olarak büyüdüğüne, büyüdü. Kısacası çok mutluydu Hakkı. Nefes alır gibi mutlu oluyordu. Mutlu olmamak elinde değildi. Bir de çok unutkandı Hakkı. Elini boş yere kaç kez cebine attığı olmuştu. Aynaya bakıp gördüğü albenisi olmayan yüze methiyeler diziyordu. Kendisini ifade etmede de ciddi sıkıntıları vardı. Konunun ortasından girip başına dönmeye çalışırken sonunu kaçırıyordu. Konuşmanın tam ortasında ne anlattığını unutuyordu çoğu kez. Çekici değildi belki ama profesyonel bir çekingendi. Olur olmaz şeye yüzü kızarıyordu. Otobanda karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir salyangozun, başına ne geleceğini bilmeyen telaşlı hali ve birazdan başına ne geleceğini bilen kaygılı ifadesi vardı Hakkı’nın yüzünde. Yüzer gibi yürüyor, uyur gibi geziyordu. Yere bakan gözleri, çenesine yuva yapan elleriyle bir şey hatırlamaya çalışır gibiydi hep.
Küçükken topuyla kırdığı camlar, ziline basıp kaçtığı evler, kısacası kiloyla yediği naneler de çoktu Hakkı’nın. İyi hatırlıyordu; Cemil, Sinan, Nedim, Enes ve o mahalleliye az çektirmemişti. Boş bir kavanozun dışına Hava Reçeli yazıp Bakkal Hamdi’nin dükkanındaki reçel rafına koydukları gün dün gibi aklındaydı. Hamdi de bunu bir türlü fark etmiyordu. Çilek, incir ve ayva reçelinin yanında Hava Reçeli’ni gören müşteriler kahkahayı basarken Bakkal Hamdi ve reçelde yeni tatlar arayan çocuklar arasında yakalamaca oyunu başlıyordu. Çürük elma hep Hamdi oluyordu. Manav İrfan’ın tabelasına İlim İrfan Manav yazdıkları, domateslere gözlük takıp havuçların ucuna dolmakalem kapağı taktıkları günler geride kalmıştı. Akla gelince tebessüm ettiren anılarla doluydu Hakkı’nın zihni.
İhtiyar heyetinden küçük çocuklara, ev hanımlarından esnaflara, yüreği aşkla dolu delikanlılardan kazak, salon takımı, havlu kenarı ören genç kızlara kadar Terzi Nezih Mahallesi sakinlerinin sevdiği bir gençti Hakkı. Telif Hakkı diyorlardı ona. Kalabalık sayılırlardı ismiyle hitap edenlerin yanında. Ona duyulan sevgi o kadar büyüktü ki, yeni doğan her bin bebekten birine mutlaka Hakkı ismi veriliyordu mahallede. Yüzyıl içerisinde Hakkı’lardan bir basket takımı bile oluşturulabilirdi. Popüler dizi karakteri isimleriyle kıyasıya bir rekabet içindeydi ismi. Adına yazılan şarkıların adedi hakkında ihtilaf vardı. Hiçbiri günümüze ulaşmayan bu şarkılar bazı mahalle sakinlerinin ezberinde duruyordu. Demirci Durmuş, gelen yoğun istek üzerine arada bir kahvede bu şarkılardan birini söylüyordu :
Hakkı sen çok iyi birisin
Neden böylesin hakkı?
Korkarım bu gidişle
Göremeyeceksin kırkı.
Hayat bildiğin şaka
Yok ölümden bir farkı
Güllere baka baka
Dalında şakı Hakkı.
Tuhafiyeci Sami hışımla ayağa kalkıyor, gerçek şarkının bu olmadığını, bunun olsa olsa Demirci Durmuş’un sanatsal kaygıdan uzak kaleminden çıkmış önemsiz bir taklidimsi olduğunu söylüyordu. Durmuş’un cevap vermesine meydan vermeden, gerçek olduğunu iddia ettiği şarkıyı söylüyordu :
Gözleri daldığında
Kimseleri görmezdi
Ama herkes bilirdi
Aklından ne geçerdi.
Pilavı yenmese de
İyi pirinç seçerdi
Bulaşığı yıkamaz
Kahvesini içerdi.
Dedikodu ederken
Bazen dili sürçerdi
Dikiş makinesinden…
Tuhafiyeci Sami şarkıyı bitiremeden mahalleli tarafından susturuluyordu. Çünkü bu şarkının Hakkı’yla bir alakası yoktu. Yıllar önce mahalleden taşınan Veysel adında bir adamın kendisini terk eden karısı için yazdığı bir ağıttı bu. Herkes elindeki çay bardağını Tuhafiyeci Sami’ye fırlatmak üzereyken titrek bir ses duyuldu. Memduh Keman’ın çırağı Sabahattin’in sesiydi bu. Herkes şaşırmıştı çünkü Sabahattin Hakkı için yazılan şarkılardan birini ezbere bildiğini iddia ediyordu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Karışık duygular içindeydiler. Sabahattin gibi bir yeniyetme, tarihi öneme sahip bu konu hakkında acaba gerçekten bilgi sahibi olabilir miydi? Sabahattin ikide bir yere doğru bakarak, takıla takıla okumaya başladı :
Onun münzevi odasını
Gerçekten nasıl çizerim
Giyimini, kuşamını
Nasıl örnek alın derim
Sabahattin tam buraya geldiğinde Cemil ayağa kalktı ve devamını okumaya başladı :
Bilir kapris gidermeyi
Londra satıyorsa neyi
Ve getiriyorsa Baltık
Tomruk ve yağa karşılık
Paris’te acıkmış zevk neyi
Yararlı malı seçip de
Yaratıyorsa eğlence
Lüks ve moda için o şeyi
Bir süstü odası için
On sekiz yaş bilgesinin
Meğer bizim Sabahattin, Cemil’in bir süre önce kaybettiği Puşkin’in Yevgeniy Onegin isimli şiir-romanını kahvede bulmuş, bakmış şiir filan var içinde, kız arkadaşına yazıp gönderir düşüncesiyle el koymuş ona. Gelgelelim bizim çakal, 366 kıta, 5.200’e yakın dizeden bir kelime dahi yazamamış kız arkadaşına. Sabahattin’e göre Puşkin aşktan anlamıyormuş. Bakmış bir işine yaramıyor kitap, soba tutuştururken lazım olur diye bir kenara atmış. Hakkı hakkındaki şarkılar tartışılırken de şansını denemek istemiş. Çayları doldurduğu tezgahın arkasında olduğundan kimse görmez diye, kitabı önüne koyup açmış herhangi bir sayfayı ve okumaya başlamış. Şimdi hedef tahtasında Sabahattin vardı. İlginçtir, ona en çok tepki gösteren Tuhafiyeci Sami olmuştu. Balıkçı Rasim bardak fırlatmak, Berber Metin kulağını çekmek gerektiğinden bahsederken, Tuhafiyeci Sami, Sabahattin’in asılmasını istiyordu.
Sabahattin’in vücudunun çeşitli yerlerine isabet eden çay kaşıklarının havada attıkları taklalardan sonra kahvede tartışma yeniden hararetleniyor, Hakkı için yazılan şarkı ya da şarkıların bir an önce bulunması için komisyon kuruluyor, komisyonun başına Arkeolog Necmi getiriliyordu. Gerçek mesleğinin ne olduğu tam olarak bilinmeyen Necmi’ye arkeolog denmesi, mahallede yaptığı bir takım kazı çalışmaları yüzündendi. Toprağın altında aradığı şeyin ne olduğu hususunda görüş ayrılıkları vardı. Kimileri aradığı şeyin su kaynağı olduğunu söylüyordu, kimileriyse altın. Kimileri de mezarı için konforlu bir yer aradığını dile getiriyordu. Milletin kuyusunu kazdığından şüphelenenler bir yana kaybettiği çorabının tekini aradığını iddia edenler bile vardı. Ne olursa olsun Necmi bu görev için biçilmiş kaftandı. Mahalleli iki sebepten dolayı Necmi’ye bu görevi vermişti. Birincisi, Necmi sürekli arayan, kurcalayan, kendisine bir hedef belirleyip bu hedefe varmak için didinen biriydi. Doğal olarak bulmaya yatkındı. Mahallede bir şey aranacaksa onu ortaya çıkarma olasılığı diğerlerinden çok daha fazlaydı. İkincisi ise madem bir kayıp, bir görünmeyen, bir bulunamayan aranıyordu, o halde bunun etrafta, çevrede, gözün temas ettiği bir yerde olması düşünülemezdi. Olsa olsa yerin altına gömülmüş olabilirdi ve bunun da uzmanı, tecrübelisi Necmi’ydi. Sonradan ortaya atılan üçüncü bir sebep daha vardı; Necmi’nin saçları mutlu olduğu anlar kadar seyrekti ve sağ elinin işaret parmağıyla sol elinin serçe parmağında olduğu düşünülen ama hiçbir zaman görünmeyen iki adet ben vardı. Tüm şartlar Necmi’yi gösteriyordu. Kahve’de heyecan ve coşku üst düzeydeydi. Herkes çılgınca Necmi’yi alkışlıyordu. Necmi yudumladığı çayını eline alıp gözlerini ondan ayırmadan ayağa kalktı. Etrafa bir sessizlik indi ve Necmi’nin iki cümlesinde bir alkış fırtınaları kopartan tarihi konuşması duyuldu :
“Şu elimde görmüş olduğunuz şey nedir? Elimde olduğuna göre onu tutabiliyorum. O halde tutulabilen bir şeydir. Bu hayatta tutulabilen pek çok şey vardır. Etrafımızda olan her şeyi tutabiliriz. Peki ya yanımızda olmayanları? Uzakta olan şeyleri de tutabilir miyiz? Şimdi buradan, bu kahveden oltamı atsam balık tutabilir miyim? İstop oyununu bilirsiniz. Havaya bir cirit atılır, yere düşmeden onu tuta… yok, o değildi. Hani, istop oyunu işte; pota var topu oradan geçirince… O da değildi ya. Küt, korner, smaç… Neydi yahu. Kuralları tam hatırlayamadım ama bir top var ve onu tutuyorsun işte. Şuan şehrin herhangi bir yerinde mutlaka istop oynayan birileri vardır. Sıkı durun. Şimdi, yine buradan, bu kahveden, istop oynayanların attıkları topu tutabilir miyim? Tutarım. (Son kelimeyi elini masaya vurarak söylemişti Necmi.) Evet, tutarım.”
Enes, aklında bir sayı olduğunu, onu da tutmasını istedi Necmi’den. Cemil “biz de çok şey tutuyoruz” dedi, “deminden beri atıyorsun.” Fakat Necmi’nin onları duyduğu yoktu, iyice coşmuştu. “ Tarih, olup bitmiş bir şeydir. Geçer gider. Geride hatıralar, anılar bırakır. İyi ya da kötü, güzel veya çirkin trilyonlarca hadise yaşanmıştır onun içinde. Tarihi, evet yanlış duymadınız, tarihi tutabilir miyim? Şu elimde gördüğünüz bardağı tuttuğum gibi tutarım. Bardak, bu bir çay bardağı. Onu şuan tutabiliyorum.”
Nedim araya girdi : “Kahkahalarımı da tutabilir misin Necmi? Çünkü ben artık kendimi tutamıyorum.” Sinan’ın meseleye biraz daha somut yaklaşarak “Necmi şekerim, tutabiliyorsan bir taksi tut da eve git lütfen” demesiyle çayı karıştırırken kaşığın çıkardığı sese benzeyen bir kahkaha dalgalanması oldu kahvede. Necmi bir şey duyacak durumda değildi. “ Tarih kırılgan olabilir, ama kırılmaz. Tarihe bir şeyle vurup onu kıramazsınız. Tarih camdan yapılmamıştır. Yere düştüğünde kırılmaz. Ya şu elimde gördüğünüz çay bardağı… İşte şimdi bir çok sır gün yüzüne çıkacak. Çay bardağı camdan yapılmıştır, bunu size kanıtlayacağım. İşte.” Necmi bardağı yere atmış, bardak her bir parçası Memduh Keman’ın yüreğine saplanırcasına gürültüyle kırılmıştı. Bardak, her biri kesici olmak üzere birçok parçaya ayrıldığında, Memduh Keman kırılan bardaklarından bir kahve daha açabileceğine dair acı bir düşünceyle başını elinin arasına almış, kahvedekiler şaşırıp kalmış, Necmi’nin yüzü ise aklına parlak bir fikir gelmiş gibi aydınlanmıştı : “Şimdi bu parçalardan yeni bir bardak yapıp onunla hepinizin huzurunda çay içeceğim. Onu tekrar tutacağım.” Necmi keskin cam parçalarına doğru yönelirken kahvedekiler onu tutmuştu. Necmi de tutulabiliyordu. İnatla cam parçalarına ulaşmaya çalışıyor, kahvedekilerse ona engel oluyordu. Herkes Necmi’yi sakinleştirmeye çalışıyordu. “Bırakın” diye bağırıyordu Necmi. “Bırakın da gününü göstereyim şu bardağa.” Necmi, kolundan tutanlardan biri olan Fehmi Fettan’ın kulağını ısırdığında, zavallı doktorun sesi çevre illerden duyulacak kadar güçlü çıkmıştı. Kısa süre sonra Necmi güçten düşmüş, sayıklar gibi konuşmaya başlamıştı : “Oltam… Oltamı getirin” diyordu. “Sert vurursan gol sayılmaz. Elimde eldiven de yok. Yavaş vur şu topa.”
- Yazının Üçüncü Bölümü İçin Tıklayın -
Ahmet Memnun
Bir Cevap Yazın